21 Temmuz 2018 Cumartesi

Gümrük Birliği Anlaşması Acilen Revize Edilmelidir



Gümrük Birliği Anlaşması Acilen Revize Edilmelidir !



Gümrük Birliği, üye ülkelerin tek pazar oluşturarak ekonomik entegrasyona gidildiği, gümrük birlikteliğinin sağlandığı ve bu suretle birlik dışındaki ülkelere karşı tek ve ortak ticaret politikası, gümrük tarifesi ve mali politikaların uygulandığı ekonomik bir yapılanmadır.

Türkiye, 1996 yılında Avrupa Birliği’nin (AB) üyeleri arasında kurmuş olduğu gümrük birliğine dahil olmuştur. Türkiye, AB’ye üye olmadan gümrük birliğine üye olan tek devlettir. AB üyesi olmadığı için karar alma mekanizmasına dahil olamamakta ancak alınacak kararları uygulamak zorundadır.Yani ulusal dış ticaret politikasını belirleme yetkisini tek taraflı olarak AB’ye üye olma ümidi ile devretmiş ve bir nevi taviz vermiş durumdadır.

Nitekim, gümrük birliği esasen sanayi sektörünü kapsamakta, tarım ve hizmet sektörlerini ise kapsamamaktadır.Türkiye’nin tam manasıyla sanayileşmemiş ve rekabet gücünün sanayileşmiş ülkeler karşısında oldukça düşük seviyede olan bir ülke olduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin Türkiye, Almanya’dan otomobil ithal ettiğinde gümrük vergisi almamaktadır. Şu an gündemde olan yerli otomobil projemiz devreye girse, Alman otomotiv devleriyle bu sistemde rekabet edebilecekmidir ?
Peki, göreceli üstünlük sağladığımız tarım ve hizmetler sektörü neden gümrük birliği kapsamında dahil edilememiştir ?

AB ile Türkiye arasındaki dış ticaret dengesine baktığımızda da, tablonun  tamamen Türkiye’nin aleyhine olduğu görülmektedir.İstatistiklere göre AB ülkelerinden yapılan ithalatımızın, ihracatımızdan % 30 - 40 civarında daha yüksek olduğu görülmektedir.1996-2016 yılını kapsayan 20 yıllık dönemde AB lehine verilen dış ticaret açığı 200 milyar dolardır. Bu tutar her yıl ortalama 10 milyar dolar dış ticaret açığı verdiğimiz anlamına gelmektedir.

Gümrük Birliğine taraf olmanın bir diğer dezavantajı ise, AB’nin üçüncü ülkeler ile yaptığı Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) nedeniyle Türkiye’nin ilave yükümlülükler altına girmesidir.Örnek vermek gerekirse, Mısır ile AB arasındaki Serbest Ticaret Anlaşması gümrük vergilerinin sıfırlanmasını gerektirsin. Bu sayede Mısır Türkiye’ye ihracat yaparken Türkiye gümrük vergisiz bu malı ithal etmek zorunda kalacaktır. Türkiye, Mısır’a aynı ürünü ihraç etmek istese, Türkiye gümrük birliği üyesi olmasına rağmen AB üyesi olmadığı için Mısır, Türkiye’ye gümrük vergisi uygulayacaktır ! Türkiye’nin buna engel olması için tek şansı ise, Mısır ile ayrı bir STA imzalamasıdır. Ancak Mısır gibi birçok ülke bu avantajını kaybetmemek adına yıllarca Türkiye ile ayrı bir STA imzalamaya yanaşmamıştır.

Ülkemizin, üyesi olmadığı ya da olamayacağı bir sisteme, ekonomik pazarını tıpkı üye ülkeler gibi açması, buna mukabil üye ülkelerin AB pazarında sahip olduğu haklardan Türkiye’nin tümüyle yararlanamaması ne iktisaden ne de politik olarak kabul edilebilir bir durum değildir.

Uluslararası ticaret, tüm Dünya ülkeleri için olmazsa olmaz bir noktaya ulaşmış ve tüketicilerin refahını artırmıştır.Bununla birlikte adil, ekonomik ve sürdürülebilir temellere dayanmayan ticaretin sonucunda bir ülkenin refahı artarken diğerinin azalır.Dünya’da son dönemde yaşanan ticaret savaşlarının temel nedeni de budur.

Sonuç

AB ile ekonomik ilişkilerin karşılıklı çıkarları dengeleyecek bir zemine oturtulması ihtiyacı, büyük bir aciliyet taşımaktadır. Mevcut durum itibariyle, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmaları ve diğer ülkelere getirmemiş olduğu devlet yardımlarını sınırlandırma yükümlülüğünü Türkiye ile yapılan anlaşmalara koymuş olması bu aciliyeti daha da artırmaktadır.

Bu çerçevede Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’nin geleceği konusundaki yapılacak görüşmelerde, öncelikle karar alma mekanizmalarına Türkiye’nin dahil edilmesi, gümrük birliğinin başta tarım ve hizmetler sektörlerini de kapsayacak şekilde genişletilmesi, yine AB’nin STA imzalayacağı üçüncü ülkelerle müzakare ve karar alma sürecine Türkiye’nin dahil edilmesi ya da imzalanacak STA’nın Türkiye’yi bağlamayacağının belirlenmesi için ivedilikle adım atılması gerekmektedir.

Uluslararası iktisat literatüründe yer alan “bebek endüstriler teorisini” uygulayarak, yüksek gümrük vergileri ile kendi sanayisini oluşturmuş Avrupalı ve diğer sanayileşmiş ülkelere Türk sanayisi kurban edilmemelidir. Sanayimiz rekabet kazanıyor söylemleri ile ağır bedeller ödetilen Türk Sanayisi bu sistemle asla uluslararası piyasada yer alacak küresel bir sanayi ürünü ve markası çıkartamayacaktır. Başta Güney Kore ve Çin gibi Uzak Doğu ülkelerinin son 20-30 yıl içerisine çıkardığı küresel markalar, gümrük duvarlarıyla korunarak bugünlere ulaşmıştır.

Son söz olarak, Amerika gibi Dünya’nın süper gücü olan bir ülke bile, başta çelik ve otomobil gibi sanayi alanlarına ek gümrük vergileri uygulamaya hazırlanırken Türkiye’nin daha fazla zaman kaybedecek lüksü kalmadığı düşünülmektedir.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri : 21.07.2018/Dünya Gazetesi

17 Temmuz 2018 Salı

Türk Serbest Bölgelerinde Vergilendirme Serüveni




Türk Serbest Bölgelerinde Vergilendirme Serüveni


Serbest bölge, en basit ifadeyle Türk Gümrük Bölgesi dışında sayılan ve gümrük ve kambiyo mükellefiyetine dair mevzuat hükümlerinin uygulanmadığı alanlar olarak tanımlanmaktadır.

3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanunu ile başlangıçta serbest bölgelerde gerçekleşen ekonomik, mali ve ticari faaliyetler her türlü vergi ve kambiyo yükümlülüklerinin dışında bırakılmıştır. Aslında tam da bu nedenden ötürü serbest bölgelerden beklenen başarının gerçekleşmediğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Çünkü kanun hükümleri ile bölgede faaliyet gösteren tüm kullanıcılar faaliyet konularına bakılmaksızın vergi yükümlülüğünün dışında bırakılmıştır.

Bu durumun en önemli neticesi ise yatırımcı portföyünün büyük miktarda sabit yatırım ile teknoloji gerektiren ve dolayısıyla bünyesinde ciddi risk barındıran sanayi sektörü yerine, önemli sayılabilecek miktarda sermaye gerektirmeyen, sabit yatırıma ihtiyaç duymayan ve dolayısıyla riski düşük olan ticaret ve hizmet sektörüne yönelmesidir. Haliyle Türkiye’nin en büyük hedefi olan sanayileşmiş bir ekonomi ve katma değeri yüksek ürünler üretme hedefiyle taban tabana zıt bir durum olan bu sürecin sonucunda, serbest bölgeler ülkemize ihracata katkı sağlamaktan ziyade gümrük muafiyeti ve ticari faaliyete ilişkin vergi teşviklerinin de katkısıyla bir ithalat kapısı fonksiyonu üstlenmeye başlamıştır.

2004 yılına kadar olan yaklaşık 20 yıllık dönemde serbest bölgedeki yatırım ortamı bu şekildeyken, mali otoritenin serbest bölgelerin asıl amacından artık ciddi manada saptığını ve vergisel anlamda da ülke içindeki vergiye tabi olabilecek kazançların transfer fiyatlandırması yolu ile serbest bölgelere aktarılması sonucunda vergiden kaçınmanın kolaylaştığının tespit etmesiyle, söz konusu kanun hükümlerinde çeşitli değişiklikler yapılma ihtiyacı hissedilmiştir.

Bu çerçevede 5084 sayılı Kanun ile serbest bölgeler kanununda radikal değişiklikler yapılmış, bölge kullanıcılarına tanınan mali teşvikler gözden geçirilerek sınırsız ve süresiz mali teşviklere bir son verilmiştir. 

Üretim Odaklı Serbest Bölge Hedefi

Yapılan değişikler ile kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce serbest bölgede faaliyet ruhsatı almış olan kullanıcılar, kazanılmış hakların korunması prensibi gereğince faaliyet ruhsatı süreleriyle sınırlı olmak koşuluyla, gelir veya kurumlar vergisi istisnasından yararlanmaya devam etmişlerdir.

Ancak 5084 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 06.02.2004 itibariyle mevcut veya bu tarihten sonra serbest bölge kullanıcısı olan üretim ruhsatına sahip kişilerin imal ettikleri ürünlerin satışından elde edecekleri kazançları ise Avrupa Birliği üyeliğinin gerçekleşeceği yılın vergileme dönemi sonuna kadar gelir ve kurumlar vergisinden istisna tutulacaktır.

Ayrıca üretilen ürünlerin FOB bedelinin en az %85’ini yurt dışına ihraç eden mükelleflerin istihdam ettikleri personele ödedikleri ücretler üzerinden asgari geçim indirimi uygulandıktan sonra hesaplanan gelir vergisi, verilecek muhtasar beyanname üzerinden tahakkuk eden vergiden indirilmek suretiyle terkin edilecektir.

Yapılan düzenlemeler ile yukarıda bahsi geçen kullanıcıların dışında kalan ve 06.02.2004 tarihinden sonra serbest bölgelerde faaliyet göstermek amacıyla ruhsat alarak serbest bölgelerde kurulan şirketler veya Türkiye’nin diğer yerlerinde kurulup da serbest bölgede şube açan mükellefler serbest bölgelerde elde ettikleri kazançlar için ülkemizin diğer yerlerinde faaliyet gösteren mükellefler gibi vergi ödeme mükellefiyeti altına girmişlerdir.
Yapılan bu düzenlemenin amacı, şüphesiz ki serbest bölgelerde faaliyet gösteren firma profillerinin alım-satım, kiralama ve hizmet sektöründen, üretim sektörüne doğru yönelmesini sağlamaktır.Bu sayede, serbest bölgelerin temel kurulma amacı doğrultusunda gerekli bir adım atıldığını söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Sonuç
Türkiye’de serbest bölge uygulamaları Dünya üzerinde yer alan çeşitli ülke uygulamaları ile karşılaştırıldığında, serbest bölgelerin Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde uluslararası ticaret ve yatırım imkanlarından istifade etmek ve işsizliğe çözüm üretebilmek amacıyla kullanılan bir ekonomi ve dış ticaret politikası aracı olduğu, gelişmiş ülkeler bakımından ise özellikle gümrük işlemlerinde sağlanan kolaylıklardan ötürü etkin ve başarılı ticaret merkezleri olarak lojistik bir misyon üstlenen alanlar ve en nihayetinde ise bir gümrük rejimi olduğu sonucuna varılmaktadır.
Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde serbest bölgelerde sadece satış, tüketim ve gümrük vergilerine ilişkin yükümlülükler uygulanmaz iken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ise bu vergilerin yanı sıra gelir üzerinden alınan vergilere ilişkin olarak da faaliyet konuları, faaliyet süreleri, yapılacak yatırım tutarı vb. gibi çeşitli kriterlere göre bir takım istisnalar uygulanmaktadır.
Türkiye’nin de, ekonomik olarak belirli bir aşama kaydetmesi ve özellikle Avrupa Birliği sürecinin de tamamlanmasıyla beraber serbest bölge uygulamalarının gelişmiş ülke uygulamalarına paralel olarak bugünkü durumundan farklı olarak sadece ve sadece bir gümrük rejimi haline geleceği rahatlıkla söylenebilinir.5084 sayılı Kanunla getirilen vergisel düzenlemeler ve sınırlamalar söz konusu durumu teyit eden en önemli göstergedir.
Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :17.07.2018/Vergialgı Web Sitesi

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Finansal Korunma (Hedging) ve Forward İşlemler



Finansal Korunma (Hedging) ve Forward İşlemler


Siyasi ve ekonomik belirsizliklerin, küreselleşen ekonomilerde finansal riskleri bünyesinde barındırması nedeniyle söz konusu risklerden korunmak amacı vadeli işlem yapma felsefesine dayanan türev ürünlere olan ihtiyaç da her geçen gün artırmaktadır.

Vadeli işlemler, ileriki bir tarihte teslimi kaydıyla, herhangi bir malın (döviz, faiz, tarımsal ürün vs.) vadesi, miktarı ve fiyatının bugünden belirlenip vadeye bağlanmasıdır.

Türev ürünler ise, ileriki bir tarihte teslimatı veya nakit uzlaşması yapılmak üzere herhangi bir malın veya finansal aracın, bugünden alım - satımının yapılması amacı ile tasarlanmış vadeli finansal işlem sözleşmeleridir.

Bizleri, forward, futures, opsiyon, swap gibi türev ürünleri kullanmaya iten başlıca riskler ise;

  •        Döviz Kuru
  •       Faiz Oranı
  •        Likidite Riskidir.
Sermaye hareketlerinin serbest olduğu Türkiye gibi ekonomilerde hem faiz hem de döviz kuru aynı anda kontrol edilemediğinden (ekonomi literatüründe üçlü açmaz diye tanımlanır) merkez bankaları para politikası faizini kontrol etmekte ancak döviz kurunu ise serbest bırakmak zorunda kalmaktadır.

Eğer birde Türkiye gibi sürekli cari açık veren bir ülke iseniz dövizin serbest bırakılması, eninde sonunda ülkenizin parasının orta ve uzun vadede değer kaybedeceği anlamına gelmektedir.Türkiye’de kur riskinin temel nedeni de budur. Nitekim 2013-2018 yıllarını kapsayan 5 yıllık dönemde, Türkiye’nin cari açığının yurt içi hasılamıza oranı ortalama olarak % 5 civarında gerçekleşirken, TL ise Amerikan Doları (USD) karşısında % 120 nispetinde değer kaybetmiştir.

TL’nin değer kaybında bir diğer unsur ise enflasyondur. Haziran ayı verilerine göre TÜFE %15 ÜFE ise % 23 oranına yükselmiştir. Zaten kur artışı beraberinde enflasyon artışını da getirmekte, süreç birbirini besleyen fasit bir daireye dönüşmektedir.

Bu gerçekler bize, özellikle döviz kuru riskini işletmelerin muhakkak iyi yönetmesi gereken bir realite olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Forward İşlemler

Döviz işlemlerinde forward, belli miktardaki dövizin anlaşmanın yapıldığı tarihte belirlenen bir kur üzerinden ileriki bir tarihte ya da belirli bir zaman dilimi içerisinde alım-satım yapılması yükümlülüğünü içerir.

Sözleşme, özünde gelecekteki bir dövizin işlem kurunun şimdiden belirlendiği bir anlaşmayı kapsar. Döviz teslimi veya nakit uzlaşı ise, üzerinde anlaşılan valör tarihinde gerçekleşir.Forward kontratları iptal edilemez. Döviz kurlarında anlaşılan kurdan farklı yönde yararlanma imkanı yoktur.

Forward kuru spot kurdan farklıdır ve matematiksel olarak hesaplanır.Herhangi bir tahmini içermez.
Forward kuru, uluslararası iktisat kuralları uyarınca iki farklı para biriminin faiz farkı üzerinden hesap edilir. Söz konusu faiz farkı ile sözleşmede ön görülen vade süresi çarpılarak elde edilen değer spot kura eklenir ve forward kura ulaşılır.

Örnek verilecek olur ise, 120 gün vadeli, Türk Lirası satışı karşılığında Amerikan Doları alımı içeren bir forward sözleşmesi olsa ve spot kur USD/TL 3,25 ve TL faizi % 19, USD faizi ise % 5 olsa, vade de forward kuru yapılacak hesaplamalara göre 3,40 olacaktır.Şayet vade gününde USD/TL 3,40’ ın üzerinde ise döviz alımı yapan kişi/kurum bu işten karlı çıkacak aksi takdirde ise döviz satışını gerçekleştiren kişi/kurum karlı çıkacaktır.

Özellikle ithalat & ihracat yapan veya yabancı para cinsinden borçlanan şirketler tarafından yapılacak forward işlemleri ile, vade gününde yaşanacak döviz kuruna ilişkin belirsizlikler bugünden bertaraf edilebilir.

Sonuç

T.C. Merkez Bankası verilerine göre, 2018 yılı içerisinde, Türkiye’nin vadesine göre bir yıldan kısa olan dış borç stokunun toplamı 170 milyar dolardır. Bunun 69 milyar dolarlık kısmı ise reel sektör borcudur. Bu tutara yılsonu itibariyle yaklaşık 45-50 milyar dolar civarında gerçekleşeceği tahmin edilen cari açık tutarı da eklendiğinde Türkiye’nin toplam döviz ihtiyacı 2018 yılında 215-220 milyar dolar civarında olacaktır.

Dünya’da parasal sıkılaştırma sürecinin de (Quantitative Tightening) devreye girmesiyle faizlerin yönünün yukarı doğru olduğu ve buna bağlı olarak da dövizin pahalılaşarak kurların TL karşısında yükseleceği bir süreçte, Türk reel sektörü açısından hedging (finansal korunma) işlemlerinin yapılmaya devam edilmesi her zamankinden daha çok önem arz edecektir.

Şirketlerin “ne de olsa döviz gelirim var” demesi de bu süreçte yeterli olmayacaktır. Nitekim geliriniz olsa bile geliri elde edeceğiniz vade ile yükümlülüklerinizin vadeleri arasında uyumsuzluk mevcut ise  (time mismatch) yine kur riskine maruz kalabilirsiniz.

Saygıdeğer iş adamlarından Üzeyir Garih’in varlıklar kadar nakit akışının önemine ilişkin verdiği bir örnek ile yazımızı sonlandırmak isteriz : “Biz iş adamları elinde üç top oynayan cambazlar gibiyiz. Bu topun iki tanesi lastik top (satışlar ve kâr), biri de camdan kristal bir toptur (nakit akışı). Lastik toplar yere düşse de, tekrar yükselir ve yeniden tutabiliriz ama kristal top yere düştüğünde kırılır ve oyun biter.“

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :  14.07.2018/Dünya Gazetesi