25 Ağustos 2018 Cumartesi

GYO ve Ekonomik Dönüşümdeki Olası Rolü



Gayri Menkul Yatırım Ortaklıklarının Ekonomik Dönüşümdeki Olası Rolü



Türkiyede değişen ve gelişen ekonomik sistem ile birlikte inşaat sektörü de değişti ve evrildi. Özellikle inşaat yatırımlarının finansal kaynağa erişim yöntemleri arasına başta mortgage kredileri gibi birçok finansal araç devreye sokuldu. Bu çerçevede belki de iş merkezleri veya alışveriş merkezleri gibi büyük ölçekli gayrimenkul projelerine finansman kaynağı temini noktasında en sofistike ve kurumsal yapı olan Gayri Menkul Yatırım Ortaklıkları (GYO) şirketleri de ekonomik bir aktör olarak hayatımıza dahil oldu.

GYO, getiri potansiyeli yüksek gayrimenkuller üzerinde projeler gerçekleştirerek ekonomiye kazandırmak, bu vesile ile de gerek kira geliri gerekse de alım satım kazancı elde etmek amacıyla kurulan ve sermaye piyasası kuralları çerçevesinde faaliyette bulunan halka açık kurumsal ve modern bir organizasyondur.

Yine, başta daha az likit olan gayri menkul yatırımlarının, ortaklık hisseleri üzerinden menkul kıymetleştirilmesine sağladığı olanak sayesinde yatırımın istenildiğinde paraya çevrilerek hızla likit pozisyona dönüştürülebilmesi ve daha da önemlisi yapılan gayri menkul yatırımından istenildiği anda çıkış (exit) imkanını temin etmesi bakımından da önemli bir finansal yapı statüsüne haizdir.

Hali hazırda Türkiye’de faaliyet gösteren GYO sayısı 31 olup, hepsi halka açık olan bu şirketlerin 2018 yılı ilk çeyrek verilerine göre piyasa değeri 26,9 milyar TL/ 7,1 milyar Dolardır.

GYO’ların kazançları Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 5/1-d maddesi uyarınca kurumlar vergisinden istisna tutulmuştur.Bu istisna sadece şirketin portföyünde yer alan gayrimenkullerin değerlendirilmesi sonucu elde edilen kazançlarla sınırlı olmayıp, GYO’ larca elde edilen tüm kazançlara, örnek verilecek olur ise faiz gelirlerine ya da kur farkı gelirlerine de uygulanmaktadır.

Kısmi Bölünme Müessesesi

Malum olduğu üzere, Türkiye’nin sanayi yatırımlarının yarısından fazlası aslında ülkemizin en verimli tarım arazileri üzerinde (marmara ve ege bölgesi gibi) yer almaktadır. Yine hızlı şehirleşmenin ve yanlış şehir planlamalarının getirdiği süreç ile Türkiye’de birçok sanayi tesisi şehir merkezinde ve oldukça pahalı arsalar üzerinde konumlanır hale gelmiştir.

Bahsi geçen problemin çözümlenebilmesi adına, hem şehir içinde yer alan daha pahalı arsaların yerleşime açılarak mevcut sanayi tesislerinin şehir merkezi dışına taşınması hem de mevcut arsa yatırımlarından elde edilecek gelirin sanayiye kanalize edilmesi ile şirketlere üretim yatırımları için finansman kaynağı temin edilebilmesi açısından GYO’ların ülke ekonomisine önemli katkılarının olabileceği düşünülmektedir.

Bu önerinin fiiliyata geçmesi için kullanılabilecek temel vergisel araç ise Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 19’uncu maddesinde düzenlenen kısmi bölünme müessesesidir.Bilhassa sanayi şirketlerinin kısmi bölünme müessesesini kullanarak yeni kuracakları ya da mevcut GYO’ lara koyacakları sermaye, bu şirketlerin aktiflerinde yer alan atıl durumdaki arsalar ile mevcut sanayi tesislerinin üzerinde bulunduğu daha değerli ve getirisi yüksek arsalar olacaktır.

Örnek verilecek olur ise, Türk sanayisinin kümelendiği yerlerden biri olan İzmit (Kocaeli) ilinin Gebze, Darıca ve Körfez bölgelerinde yer alan sanayi tesislerinin orta ve uzun vadede başka bölgeye kaydırılması arzusunun devletin gündeminde yer aldığı bilinmektedir.

Kısmi bölünme işlemi ile şirketlerin aktifinde yer alan bu gayrimenkullerin, kurumlar vergisi, katma değer vergisi, damga vergisi ve tapu harcından istisna olarak yeni kurulacak veya mevcut bir GYO’ya devredilmesinin herhangi bir mali yükümlülük ortaya çıkarmıyor oluşu ise süreci teşvik eden önemli bir faktördür.

Sonuç

2017 yılı ekonomik verilerine göre Türkiye Gayri Safi Milli Hasılasının yaklaşık % 8’i gayrimenkul yatırımlarına dayalı olan inşaat sektöründen oluşmaktadır. İnşaat sektörü, özellikle son 10 yıllık dönemde gerçekleştirdiği bir çok mega proje ile gerek altyapı yatırımlarına yaptığı katkı ile gerekse de gerçekleştirilen modern konut projeleri ile ekonominin dinamosu haline gelmiştir.

Yazımızda da değinilmeye çalışıldığı üzere, ekonomimiz için önemli avantajları bünyesinde barındıran GYO’ların, ülkemizin geçirdiği ekonomik dönüşüm sürecinde hem sanayi şirketlerine finansal kaynak yaratmak hem de inşaat sektörünün yatırım yapabileceği yeni arsaları kullanıma açarak ekonomik kaynaklarımızın daha verimli ve etkin bir şekilde kullanılması adına pozitif katkılar sağlayabileceği düşünülmektedir.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :  25.08.2018/Dünya Gazetesi

12 Ağustos 2018 Pazar

EBITDA/FAVÖK




EBITDA/FAVÖK Hesabındaki Hatalar Ve Olası Etkileri



EBITDA/FAVÖK yani finansman (faiz) giderleri, vergi, değer düşüklüğü ve amortisman öncesi kar olarak tanımlanmaktadır.EBITDA, gerek anahtar finansal performans ölçüm araçlarından birisi olarak gerekse de şirket değerleme işlemlerinde kullanılan önemli finansal göstergelerden birisidir. Analistler tarafından söz konusu gösterge yorumlanarak gerek sektörel gerekse de firmalara yönelik değerlendirmeler yapılmakta, yatırım yapılıp yapılamayacağına dair analizlerde bulunulmaktadır. Keza indirgenmiş nakit akımları ve özellikle EBIDTA çarpanı yöntemleri kullanılarak yapılan şirket değerleme işlemlerinde de önemli rol üstlenmektedir.

Peki bu kadar önemli anlamlar yüklenilen EBITDA acaba doğru hesaplanmaktamıdır ?

Kur ve Vade Farklarının Etkisi

Kur farkı, en basit ifade ile döviz kurlarındaki değişim nedeniyle ulusal para cinsinden (örneğin TL) yapılacak ödemelerde ortaya çıkan lehe veya aleyhe olan parasal farklar olarak tanımlanır.

Vade farkı ise, bir mal veya hizmetin peşin yerine vadeli satılması halinde, paranın zaman değeri ve geri ödenmeme riski de göz önünde bulundurularak satıcı tarafından müşteriye yansıtılan ek parasal maliyet olarak tanımlanmaktadır.

Söz konusu parametrelerin bizim açımızdan önem arz eden tarafı ise bunların EBITDA hesabına dahil edilip edilmeyeceğidir.

Bilindiği üzere işletmelerin performansını ölçerken odaklanılan temel nokta, işletmenin faaliyette bulunduğu ana iş kolundaki operasyonları sonucunda göstermiş olduğu başarısının parasal yansıması olacaktır. Bu yansıma ise,  şirketin brüt satış karı veya zararı ile faaliyet giderleri arasındaki fark olarak hesaplanan ve şirketin esas faaliyet alanındaki net kar veya zararını gösteren parasal tutardır.
Uluslararası muhasebe standartlarına göre özellikle kur farkının şirket tarafından yönetilmesinin pek de mümkün olan bir faktör olmaması ve bu çerçevede performans ölçümüne dahil edilmesinin doğru olmadığı bilinmektedir. Kur farkının bir dönem pozitif etkiye sahip olabilirken takip eden dönemde negatif etkiye sahip olabileceğinin ve performans yansıtımı ile karşılaştırılabilirlik noktasında, yanıltıcı & yanlışa yönlendirici nitelikte olabileceğinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Vade farkının ise, müşteri ve satıcı arasında tespit edilip borcun belli bir vadede ödenmesi halinde mal veya hizmet bedeline eklenen ilave bir tutar olduğu, yani özünde satıcının, mal veya hizmet bedelinin peşin ödenmek yerine belirli bir zaman diliminden sonra ödenmesi nedeniyle kaynaklanan fırsat maliyetini karşılamak ve bedelin ödenmeme riskine karşılık olarak talep edildiği bilinmektedir. Haliyle vade farkının da, tıpkı kur farkı gibi işletmenin esas faaliyetinden elde edeceği bir gelir ve finansal sonuçlara yansıması gereken operasyonel verimliliğe ilişkin bir parametre olmadığı rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Şirketin Değeri Yanlış Belirlenebilir

Şirket değerlemesi, genelde bir şirketin tüm aktif ve pasifi ile devredilmesi halinde ne kadarlık bir fiyata bu işlemin gerçekleşebileceğini tespit etmek amacıyla yapılmaktadır.Şirket değerleme konusunda birçok yöntem olmakla birlikte bunların çok kullanılanları indirgenmiş nakit akımları ve çarpan (ebitda ile) analizi metodlarıdır.

Her iki yöntemde de esas faaliyetlerden kaynaklanan nakit akımları dikkate alınmakta olup bu hesap yapılırken dikkate alınan temel veriler ise net satışlar, satılan malın/hizmetin maliyeti ve faaliyet giderleridir. Değerleme işlemi yapılırken işletmenin faaliyetleri ile doğrudan bağlantısı olmayan kur farkı ve vade farkı gelirlerinin de satış gelirleri içerisinde takip edilmesi halinde, yapılacak hesaplama şirketin operasyonel faaliyetlerinden elde ettiği gelirden ziyade tali nitelikte gelirlerin de dikkate alınmasına ve hatalı sonuçlara ulaşılmasına neden olacaktır. Özellikle şirket satın alacakların, değerleme işlemi yaptırması halinde değerlemeyi yapan uzman ile bu çekinceyi paylaşması, olası maddi kayıpların önüne geçmek adına son derece önem arz etmektedir.

Sonuç

Vadeli satışlar ile döviz cinsinden yapılan satışlar nedeniyle ortaya çıkan vade farkı ve kur farkı gelir-giderlerinin satış gelirleri kalemi içerisinde takip edilmesi,  bu satış verisine bağlı olarak hesaplanan EBITDA tutarı ve oranının, işletmelerin esas faaliyetlerinden kaynaklanan performansını yansıtması adına yanıltıcı (olumlu ya da olumsuz) olacaktır. Zira gerek kur değişiminin piyasanın belirlediği bir dinamik olması gerekse de vade farkı uygulamasının da yine satışın gerçekleştirilebilmesi için piyasanın işletmeleri zorlaması nedeniyle şirketin kontrolü ve yönetimi dışında gerçekleşen işlemler olması nedeniyle, EBITDA hesaplamalarında söz konusu etkilerin arındırılması faydalı olacaktır. Aksi takdirde bu hesaplamalara göre belirlenen EBITDA verisi kullanılırak yapılan finansal performans analizleri ile şirket değerleme işlemleri sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :  12.08.2018/Vergialgı Web Sitesi

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Borçlanma Halka Açıl !



Borçlanma Halka Açıl !




Son yıllardaki en büyük övünç kaynağımız olan makro ekonomik göstergelerdeki iyileşmeler, gerek küresel ekonomilerdeki dalgalanmalar gerekse kendi iç gündemimizdeki politik ve ekonomik dar boğazlardan geçtiğimiz günlere bağlı olarak yerini olumsuz bir tabloya bırakmış vaziyette.

Ekonomik gidişatımıza hızla bakacak olur isek, 2018 yılının başından bu yana TL’nin Amerikan Doları karşısında % 25 değer kaybettiğini, TÜFE’nin %15’e ÜFE’nin ise % 23’e yükseldiğini görüyoruz. Kur ve enflasyondaki artışa bağlı olarak TCMB faizleri artırmış, Hazinenin borçlanma maliyeti % 20 ‘ye ulaşmış. Risksiz faiz olan hazine borçlanma maliyeti % 20’ ye yükselince, özel sektörün borçlanma maliyeti olan ticari kredi faiz oranları da haliyle  % 24-25’ lere gelmiş. CDS primi (Credit Default Swap) yani kredi risk primi ise yılın başından bu yana iki katına çıkarak 328 baz puana yükselmiş.

Daha da kötüsü bankalardaki TL kredi mevduat oranı % 140’ lara ulaşmış. Bu durum bize Türk bankalarının finansman kaynağı yaratma bakımından da oldukça zorlandığını göstermekte. Bir de üstüne, uzun zamandır gündemde olan tüm Dünya’da parasal sıkılaştırma sürecinin de (Quantitative Tightening) fiilen uygulanmaya başlanacağı ve gelişmekte olan ülkelere akan para musluklarının iyice kısılarak, faizlerin daha da artacağı bir konjonktürün eşiğindeyiz.

Azalan finansal kaynaklar ve yükselen faiz oranları ile özel sektörün mevcudiyetini devam ettirerek, yatırım ve üretim yapması oldukça zor. Ancak işletmelerin bir şekilde yoluna devam edebilmesi için de finansal kaynaklara erişebilmeleri gerekiyor.

İşte tam da bu noktada gerek yatırım bankaları gerekse de ekonomi bürokrasisi, şirketlerin finansman kaynaklarına erişebilmesi adına alternatif bir yol olarak 2018 yılını borsa için halka arz yılı ilan etmekte.


Halka Arzın Faydaları

2018 yılı halka arz yılı ilan edildiğine göre, halka açılmanın ne gibi avantajları var yakından incelemek gerekir ise;

-Şirketlerin ucuz maliyetli finansman kaynağı bulabileceği para ve sermaye piyasası platformlarına daha kolay erişim imkanı
-Sermaye artırımı şeklinde gerçekleştirilecek halka arzlarda şirketin ucuz finansman kaynağı sağlaması
-Halka açılmanın getirdiği kurumsallaşma
-Şeffaflık (transparency) ve hesap verilebilirliğin (accountability) artması
-Halka açılma sayesinde şirketlerin/grupların/holdinglerin bilinilirliğinin ve marka değerinin artması
-Hisselerin borsada işlem görmesi sebebi ile sürekli bir piyasa değerinin olması
-Yine hisselerin borsada işlem görmesi ile daha likit hale gelmesi ve buna bağlı olarak finansman imkanlarının çoğalması
-İkincil halka arz imkanıdır.
Olası dezavantajları ise,
-SPK uygulamalarının getirdiği kurumsallaşma/prosedür yükü şirket yönetimlerini zorlayabilmekte
-Kamuoyunu aydınlatma ilkesi gereğince her yeni gelişmenin kamuoyuna açıklanma mecburiyeti bulunması
-SPK ve Borsa İstanbul denetimidir.

Halka Arzın Zamanlamasını Belirleyen Faktörler Neler ?

Bir halka arzın başarıya ulaşmasında birçok faktör bulunmakla birlikte belki de bunlardan en önemlisi halka arzın zamanlamasıdır. Halka arzın zamanlamasında dikkate alınacak unsurlar ana hatlarıyla aşağıdaki gibi özetlenebilir;

-Politik faktörler
-Ekonomik faktörler
-Yurtdışı para ve sermaye piyasalarının durumu
-Şirketin son birkaç yıldaki mali ve operasyonel performansı

2017 Yılı Halka Arzları ve 2018 Yılı Beklentileri Neler ?

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) verilerine göre 2017 yılında sadece 3 halka arz gerçekleşti. Payları ilk kez halka arz edilen bu firmalar ise Mistral GYO, Fonet Bilgi Teknolojileri ve Mavi Giyim. Bunların halka arz tutarı ise 1,25 Milyar TL olarak gerçekleşmişti.

2018 yılında ise 17 şirketin halka arz gerçekleştirebileceği ve bunun karşılığında ise şirketlerin tahminen 5 milyar dolarlık bir kaynağı elde edilebileceği öngörülüyordu.Yaşanan seçim süreci ve döviz kurlarının pik yapması ile bu rakamlara ulaşılması pek olanaklı görünmese de halka arz planları şirketlerin gündemleri arasında yer almaya devam ediyor.

Sonuç
Hazineden sorumlu eski bakanımız Mehmet Şimşek yılın başında yaptığı bir konuşmada, iş dünyasına bu konjonktürde borç almak yerine ortak alma çağrısında bulunmuş ve “Borç yiğidin kamçısı olmakla birlikte, bu dönemde sorun olarak karşımıza çıkıyor” demişti.

Amerikan Merkez Bankası FED’in, 2008 yılında ortaya çıkan global finansal krizden çıkış için başlattığı parasal gevşeme ile likidite enjeksiyonunun sonuna gelindiğinin ve bilanço küçültme sürecine girdiğinin ilanıyla eskiye nazaran finansman kaynaklarının gerek miktarsal olarak azalacağı gerekse de maliyetinin artacağı bir ortamda, halka arz opsiyonu şirketlerin karşısında yeni bir finansal araç olarak yerini almış gibi görünmektedir.

Ülkemizin artan risk primine bağlı olarak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının azalmasına rağmen Borsa İstanbul’da yer alan hisselerin döviz bazında hala çok ucuz olduğu gerçeği, Türk şirketlerinin yabancı yatırımcı çekebilme cazibesini her şeye rağmen koruyarak küresel ekonomik fırtınaların gündemde olduğu şu günlerde can simidi olma ümidinin korunmasını sağlayacak gibi görünüyor.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :  04.08.2018/Dünya Gazetesi

2 Ağustos 2018 Perşembe

Türk Çelik Sektörü ve Artan Korumacılık


Türk Çelik Sektörü Artan Korumacılık ve AKÇT Anlaşması Karşısında Yıpranıyor


İnsanlığın başlangıcından bu yana var olan ve işlenebilmesi ile birlikte siyasi, ekonomik ve sosyal yaşam şeklini değiştiren demir cevheri ve bundan üretilen çelik, başta inşaat, otomobil, beyaz eşya ve ev aletleri, makina, gemi yapımı gibi birçok sektörün temel üretim girdisidir. Çelik üretiminin ve tüketiminin gelişmişlik ve sanayileşmiş olma kriterlerinden biri sayıldığı günümüz dünyasında, çelik sektörü kurulu kapasiteleri ve üretim miktarları ile en önemli endüstri kollarından biri konumundadır.

Dünya Çelik Derneği (worldsteel) verilerine göre 2017 yılı itibariyle Dünya çelik sektörünün kurulu kapasitesi yaklaşık 2,2 milyar ton seviyesindedir.2017 yılında Dünya ham çelik üretimi 1.69 milyar ton seviyesinde gerçekleşmiş olup, sektörün kapasite kullanım oranı ise % 76 mertebesindedir. Bu durum Dünyada ciddi miktarda çelik kapasitesi fazlalığına işaret etmektedir.

Enerji ve hammaddenin yoğun olarak kullanıldığı çelik sektöründe, küresel ham çelik üretiminin % 70’i demir cevherinin kullanıldığı entegre tesislerde, % 30’u ise hurdanın kullanıldığı elektrik ark ocaklı tesislerde gerçekleştirilmektedir.

Türkiye’de 3 adet entegre, 27 adet elektrik ark ocaklı ve 1 adet indüksiyonlu olmak üzere 31 adet tesis çelik üretiminde faaliyet göstermektedir. 2016 yılı verilerine göre Türkiye’de Elektrik Ark Ocaklı ve İndüksiyonlu tesislerde 39,6 milyon, Entegre tesislerde ise 11,5 milyon ton olmak üzere toplamda 51 milyon ton kurulu sıvı çelik üretim kapasitesi bulunmaktadır. 2017 yılında üretilen 37,5 milyon ton sıvı çelik üretimi göz önünde bulundurulduğunda sektörün kapasite kullanım oranı % 73 düzeyindedir. Sektörün doğrudan yarattığı istihdam sayısı ise 2017 yılı sonu itibariyle yaklaşık 40 bin kişi mertebesindedir.

Türkiye, 2017 yılı verilerine göre 37,5 milyon tonluk üretim ile Dünya’nın en büyük sekizinci çelik üreticisi, Almanya’nın ardından da Avrupa’nın ikinci büyük çelik üreticisi konumunda bulunmakta olup sektördeki önemli oyunculardan birisidir.

Türkiye de 51 milyon ton kurulu sıvı çelik üretim kapasitesi bulunmasına rağmen maalesef ki üretim kapasitesinin çoğunluğu katma değeri düşük olan inşaat çeliği üretimine yöneliktir. Katma değeri yüksek olan vasıflı çelik diye tabir edebileceğimiz ürün gamındaki üretim düzeyi ise Dünya ortalaması ile kıyaslandığında oldukça düşüktür.

Türkiye, hali hazırda 150 kadar ülkeye çelik ihracatı gerçekleştirmektedir. Türkiye’nin ana pazarları AB, Ortadoğu, ABD ve Kuzey Afrika’dır. Türkiye, 2017 yılında 17.8 milyon tonluk ihracatı ile de Dünya’nın en büyük onuncu çelik ihracatçısı konumundadır. Ayrıca Türkiye, inşaat demiri bakımından da Çin’in ardından Dünya’nın en büyük ikinci ihracatçısıdır. Türkiye’nin toplam ihracatının % 7.3’ünü gerçekleştiren Türk çelik sektörü, 2017 yılında otomotiv, tekstil ve kimya sektörlerinin ardından Türkiye’nin en büyük dördüncü ihracatçı sektörü konumuna ulaşmıştır.

Artan Korumacılık

Dünyadaki kapasite fazlalıkları ve buna paralel olarak artan dampingli ihracat, Türk çelik sektörüne ciddi zarar vermektedir. Dünyadaki büyük çelik tüketicisi ülkeler, dampingli ithalata karşı önlem almaya çalışmaktadır. Hatta tabiri caizse “kurunun yanında yaşı da yakarak” damping yapmayan ihracatçı ülkelere karşı da korumacılık babında tedbirler almakta ve kendi üreticileri ile pazarlarını korumaya çalışmaktadırlar.

Örnek verilecek olur ise, Haziran ayından itibaren ABD, çelik ve alüminyum ithalatına AB’ye karşı sırasıyla % 25 ve %10 oranında gümrük vergisi uygulanması kararı aldı. Söz konusu ek vergiden Türkiye’de nasibini aldı.

Bunun ardından da AB’ de 26 çelik ürününün ithalatına ilişkin soruşturma başlattı. Bununla da yetinmeyen AB, ABD'nin devreye aldığı ilave gümrük vergilerine karşılık olarak, 22 Haziran’dan itibaren ABD’den ithal edilen mısır, barbunya, pirinç, mısır gevreği, fıstık ezmesi, yaban mersini, portakal suyu, viski, puro, sigara, tütün, ruj, kot pantolon, nevresim, ayakkabı, lavabo, merdiven, vantilatör, motosiklet, yat, tekne, tüp ve çelik gibi yüzlerce farklı ürüne % 25 gümrük vergisi yürürlüğe koydu.

AB’nin söz konusu kararının ardından, ABD Başkanı Trump da Avrupa’dan ithal edilen tüm araçlara % 20 ek gümrük vergisi uygulama tehdidinde bulundu.

Haliyle tüm Dünya’da artan korumacılık tedbirleri ile yurtdışında bir çok ülkeye açıldığı gibi Türk üreticiler hakkında da açılan çok sayıda anti dumping soruşturmaları sonucunda, Türkiye’nin çelik ihracatı da 2018 yılının ilk 6 ayında geçen seneye nazaran % 2.5 oranında geriledi.

Tüm bu süreçte Türkiye ne yaptı diye sorarsanız 2017 yılı Temmuz ayında inşaat sektörünün de baskısıyla, inşaat çeliği ithalatında daha önce % 30 oranında uygulanan gümrük vergisi oranını, Güney Kore için % 5,6’ya, AB üyesi ülkeler, Malezya ve serbest ticaret anlaşması yapılan bazı ülkeler dışındakiler için ise % 10’ a düşürdü !

Kısaca tüm Dünya çelik sektörüne ek vergi uygulamaya hazırlanırken, Türkiye çelik ithalatında vergi oranını düşürmüş oldu.

Bir Başka Sorun Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) Anlaşması

Çelik sektörü, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) zamanında gerçekleştirilen serbest ticaret anlaşması nedeniyle bazı ar-ge destekleri hariç doğrudan veya dolaylı olarak devlet yardımlarından yararlanamamaktadır. Bu nedenle geçmişte olduğu gibi gelecekte de, sektör devlet yardımlarından yararlanamayacaktır. Avrupa Birliği (AB), AKÇT anlaşma hükümlerini gerektiğinde kendi insiyatifi ile tek taraflı olarak değiştirebilmekte ve kendi iç pazarı bakımından avantaj sağlayabileceği hammadde ve mamüller bakımından anlaşma dışında kalabilmektedir.Türkiye ise karar alma mekanizmalarında yer almadığından bu değişikliklerden olumlu yönde faydalanamamaktadır.

Bilindiği üzere son dönemde yaşanan global ekonomik kriz ülkemizde de ekonomik aktivitelerin yavaşlamasına neden olmuş ve bu sürecin en hafif şekilde atlatılması için bir çok ekonomik teşvik paketi yürürlüğe koyulmuştur. Yürürlükteki teşvikler ile, genel ve bölgesel teşviklerin yanı sıra büyük ölçekli yatırımlar ile stratejik yatırımlara yönelik çok sayıda çeşitli teşvik uygulamaları devreye girmiştir.

Yazımızın ilgili bölümlerinde de anlatılmaya çalışıldığı üzere çelik sektörü gerek Dünya gerekse ülkemiz için stratejik öneme sahip bir sektör olup, aynı zamanda sermaye yoğun bir endüstri olması hasebiyle de yapılacak yatırımlarda büyük ölçeklerde olmak zorundadır. Oysaki sektör şu an itibariyle AKÇT anlaşması nedeniyle yararlanabileceği mevcut teşviklerden yararlanamamaktadır. Söz konusu teşvik imkanlarından yararlanabilmenin ciddi sermaye yatırımı gerektiren çelik sektörüne sağlayacağı katkıyı ve rekabet avantajını tartışmak izahtan vareste olacaktır. 

AB ile ekonomik ilişkilerin karşılıklı çıkarları dengeleyecek bir zemine oturtulması ihtiyacı, diğer sektörlere nazaran çelik sektöründe daha büyük bir aciliyet taşımaktadır. Mevcut durum itibariyle, AB’nin yaptığı serbest ticaret anlaşmaları ile diğer ülkelere getirmemiş olduğu devlet yardımlarını sınırlandırma yükümlülüğünü, Türkiye ile yapılan serbest ticaret anlaşmasına koymuş olması, bu aciliyeti daha da artırmaktadır. Türk çelik sektörü, yeni kapasiteler için devlet desteği istememektedir. Ancak, yüksek katma değerli ve stratejik ürün üretimine yönelik yatırımlarına hiçbir destek alamaması, çelik sektörümüzün gelişmesini sınırlandırıcı bir fonksiyon icra etmektedir. Bu yönü ile Avrupa Birliği ile yapılacak, Gümrük Birliği’nin geleceği konusundaki görüşmelerde, çelik sektörünün beklenti ve ihtiyaçları ile AKÇT Serbest Ticaret Anlaşması’nın da özellikle masaya yatırılmasına, katma değeri yüksek ürünlerin üretimine ve teknolojik dönüşüme imkân sağlayacak yatırımlara devlet desteği verilebilmesinin önünün açılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.[1]  

Sonuç

Türk çelik sektörü, milli gelirimize, ihracatımıza ve istihdama önemli katkılar sağlamaktadır. Sektörde faaliyet gösteren firmalar da ülkemizin önemli sanayi kuruluşlarından oluşmakta olup, 2017 yılı İSO 500 listesine bakıldığında ilk 50 firmanın 12’ sinin çelik sektöründe faaliyette bulunduğu anlaşılmaktadır.

Birçok endüstri kolunun temel girdisi olup, AKÇT anlaşması ile Avrupa Birliği’nin dahi temellerinin atılmasına neden olan bu stratejik öneme haiz sektörün, ülkemizde daha da gelişerek katma değeri yüksek vasıflı çelikler üretebilen ve ileri teknolojiye sahip rekabetçi bir konuma ulaşabilmesi için önündeki ekonomik ve mali engellerin ortadan kaldırılması ülkemizin menfaatine olacaktır. Aksi takdirde Türk çelik sektörü artan korumacılık ve politik anti-dumping davaları sonucunda ortaya çıkan ticaret savaşlarında, telafi edilemeyecek boyutta yaralar alacaktır.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :02.08.2018/Muhasebetr Web Sitesi







[1]Türkiye Çelik Üreticileri Derneği basın açıklamalarından derlenmiştir.