23 Mart 2018 Cuma

Ödenmeyen Tahvil Borçları İle Bağımsız Denetim ve Kredi Derecelendirme



Ödenmeyen (Temerrüt) Tahvil Borçları İle Bağımsız Denetim ve Kredi Derecelendirme İlişkisi

Tahvil, devletin ya da özel sektör şirketlerinin borçlanarak orta ve uzun vadeli fon sağlamak üzere çıkarttıkları borç senetleridir. Tahviller halka arz edilerek veya halka arz edilmeksizin satılabilir. Kamu borçlanma aracı dışındaki tahvillerin ihraç ve halka arzı için bunların Sermaye Piyasası Kurulu’na (SPK) kaydettirilmesi gereklidir.
Tahvillerin halka arz edilmesi durumunda tahvil ihraç koşulları ve ihraççı şirket hakkındaki hukuki ve mali bilgiler izahname ve sirkülerde yer alır.
Tahvilin Özellikleri Nelerdir?
·   Tahviller sahiplerine herhangi bir ortaklık hakkı vermez, sadece ihraçcıya karşı alacaklılık hakkı sağlar.Tahvil sahibinin bir şirkete kullandırdığı sermaye, yabancı sermayedir. Tahvil sahibi, tahvili çıkaran kuruluşun uzun vadeli alacaklısıdır.Tahvil sahibi şirketin aktifi üzerinde, alacağından başka hiçbir hakka sahip değildir. Şirketin yönetimine katılamaz. Buna karşılık şirketin elde ettiği kardan, önce tahvil sahiplerinin faizleri, daha sonra hisse senedi sahiplerinin kar payları ödenir.
·      


  

  •    Tahvil sahibi ile şirket arasındaki hukuki ilişki vade sonunda sona erer. Tahvil sahibi tahvili çıkaran   şirketin kar - zarar riskine katılmaz, şirket zarar etse de günü gelince belli miktardaki anapara ve     faizini alır.
  •    Tahvillerin getirilerini etkileyen en önemli unsurlar, likiditesi ve sahip oldukları risktir. Şirket tahvilleri, şirketin iflas etmesi ve faiz, anapara ödemesinde temerrüde düşmesi açısından devlet tahvillerine oranla daha yüksek risk taşıdıklarından, genellikle devlet tahvillerinden daha yüksek faiz geliri sağlarlar. Tahvilin vade tarihine kadar olan değeri faiz oranlarındaki değişikliklere paralel olarak değişecektir.
  •     Tahviller çoğu zaman sabit getirili menkul kıymetlerdir. Tahvil sahibi enflasyonun kendisinden alıp götürdüğü değerden daha fazla faiz aldığında kar elde etmiş olur. Elde edilen gelir enflasyonun altında kaldığında ise tahvilin gerçek geliri negatif de olabilir.
  •    Tahvil bir borç senedi olduğuna göre, borcun anapara ve faizleri gereğinde yargı yoluna başvurarak tahsil edilebilir. Şirketin iflası veya tasfiyesi halinde de, tasfiyede önce borçlar ödendiği için, tahvil sahipleri şirket ortaklarından (hisse senedi sahipleri) önce alacaklarını alırlar.Tahvilin anapara alacakları için zamanaşımı en son kupon vadesinden veya itfaya uğramışsa itfa tarihinden itibaren 10 yıldır. Tahvilin faiz alacaklarında ise, zaman aşımı süresi 5 yıldır.

Türk Lirası Özel Sektör Tahvilleri Piyasası Ne Durumda?
·  Türk Lirası cinsinden özel sektör borçlanma araçları piyasası 2011’den bu yana 8 kat büyümüştür.Borç stoğu, 2017 yılını tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 73,4 Milyar Liraya ulaşarak kapatmıştır.
·         
     Benzer şekilde toplam yıllık ihraç tutarı da 2017 yılında 129,5 Milyar Lira ile önceki yılı bir buçuğa katlamıştır.
·         
   Bankalar, ihraç pazarından en büyük payı almaktadır.29 farklı Banka, borç stoğunun %58’ini oluşturmaktadır.2017 yılındaki toplam ihraç tutarının % 65’i yine bankalara aittir.
·         
     Reel Sektör (RS) ihraçlarında ise Enerji, Holding ve Sanayi şirketlerinin ağırlığı göze çarpmaktadır. Reel Sektör tahvil ihraçların ortalama vadesi 2,5 yıl olup, ortalama ihraç büyüklüğü ise 85 Milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Borçların alt sektörlere dağılımı ise aşağıda yer aldığı gibidir.


Temerrüde Düşen Özel Sektör Tahvilleri








Örnek olarak GÇS Metal şirketinin süreci incelenecek olur ise, basından derlenen bilgilere göre; SPK’nın verdiği yetki ile borsa dışında nitelikli yatırımcılara 35 milyon TL tutarında 177 gün vadeli tahvil ihraç ediliyor. Tahvil borsada işleme açılıyor. Şirket, tahvili yatırımcılara sattıktan 36 gün sonra “borca batıklık” gerekçesi ile iflas ertelemeye başvuruyor. Mahkeme tedbir kararı alıp, kayyım atıyor. Tahvil Borsa da işleme kapatılıyor. Tahvilin vadesi olan 15 Temmuz’da anapara ve faiz ödenmediği için temerrütle tahviller batıyor.

İflas koruma başvurusu yaparak temerrüde düşen GÇS Metal şirketinin tahvil ihracında rol alan bağımsız denetim şirketi ile sorumlu ortağının sermaye piyasasında bağımsız denetim yetkisi iptal ediliyor, şirkete de 280 bin TL ceza kesiliyor.
SPK, “ihraç öncesinde hazırlanan mali ve finansal tabloların kasıtlı bir biçimde gerçeğe aykırı olarak düzenlemesi” gerekçesi ile GÇS Metal şirketinin ortakları hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunma kararı alıyor.
Yine SPK, bu tahvile kredi dereceleme notunu veren şirkete de, “mevzuata aykırı nitelikte kredi derecelendirme faaliyeti” gerekçesiyle 2 yıl men cezası veriyor.

Bağımsız Denetim Nedir?

Bağımsız denetim, işletmelerin yıllık finansal tablo ve diğer finansal bilgilerinin, bu tablo ve bilgiler için belirlenen kriterlere (uluslararası finansal raporlama standartlarına) uygunluğu ve doğruluğu hususunda, makul güvence sağlayacak yeterli ve uygun bağımsız denetim kanıtlarının elde edilmesi amacıyla, genel kabul görmüş bağımsız denetim standartlarında öngörülen gerekli tüm bağımsız denetim tekniklerinin uygulanarak, defter, kayıt ve belgeler üzerinden denetlenmesi ve değerlendirilerek rapora bağlanmasını ifade eder.
Finansal tabloların bağımsız denetiminin amacı; finansal tabloların finansal raporlama standartları doğrultusunda bir işletmenin finansal durumunu ve faaliyet sonuçlarını tüm önemli yönleriyle gerçeğe uygun ve doğru bir biçimde gösterip göstermediği konusunda bağımsız denetçinin görüş bildirmesini sağlamaktır.
Bilindiği üzere işletmenin sürekliliği kavramı, işletme faaliyetlerinin belirli bir süreye bağlı olmaksızın yani teorik olarak sonsuza dek sürdürülebileceğini ifade etmektedir.
Bu çerçevede denetim esnasında belki de test edilmesi gereken en kritik nokta, işletmenin mevcut varlıklarından fayda elde edilip-edilemeyeceği ile mevcut yükümlülüklerinin yerine getirilip-getirilemeyeceğidir.

Kredi Derecelendirme Nedir?
Kredi derecelendirmesi (credit rating), global kredi derecelendirme kuruluşlarından Standard & Poor’s tarafından yapılan tanıma göre “kuruluşun, borçlunun finansal yükümlülüğünün tamamını zamanında geri ödeme kapasitesi ve istekliliği hakkındaki görüşü” olarak ifade edilmektedir.

Sonuç

Bir işletmenin tüm faaliyetlerine ilişkin sonuçlarının mali tablolara doğru bir biçimde yansıtılması gerektiği düşünüldüğünde, bu sürece mali denetim ile ayna tutulacağı gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Tüm mali bilgi kullanıcıları için önem arz eden bu sürece ilave olarak başta kreditörlere ışık tutacak bir diğer konu da kredi derecelendirme sürecidir. Yazımızdan da anlaşılacağı üzere, birbirini tamamlama vasfına da sahip bu iki sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülememesi halinde ortaya çıkabilecek zararlar yaşanmış örneklerle bir kez daha teyit edilmektedir.
Kaynakça
Ak Yatırım ve Dünya Gazetesi
Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :23.03.2018/Muhasebetr Web Sitesi



12 Mart 2018 Pazartesi

Varlık Yönetim Şirketleri


Varlık Yönetim Şirketleri ve Bankacılık Sektörü İle İlişkisi
Bankaların ana faaliyet konusu ile doğrudan bağlantısı olan kredi riski, banka müşterilerinin kullanmış oldukları kredilere istinaden üstlendikleri anapara ve faiz ödeme yükümlülüklerini kısmen veya tamamen yerine getirmemeleri durumunda bankanın karşılaşacağı risk olarak tanımlanmaktadır.
Bankalar, geri ödenemeyen kredilere istinaden, bunları sorunlu alacaklar olarak bilançolarının aktifinde takipteki alacaklar hesabına aktarmakta, tahsil edememe riskine istinaden karşılık ayırmakta ve yasal takip sürecine girişmektedirler.
Takipteki alacak seviyesinin artışı ise bankaların risk seviyesini artırmakta ve bu risklerin takibinde kullanılan takipteki alacak oranı, sermaye yeterlik oranı, likidite oranı, öz kaynak karlılığı ve aktif karlılığı gibi temel rasyoları olumsuz yönde etkilemektedir. Buna bağlı olarak da bankanın verebileceği kredi hacmi düzeyi, dolayısıyla da reel sektöre aktarılacak finansman kaynağı azalmakta ve ekonomik aktörler negatif bir yatırım-üretim-tüketim iklimine maruz kalmaktadırlar.
Yukarıda bahsi geçen nedenlerle, bankaların öz kaynaklarını olumsuz etkileyecek sorunlu alacakların bilançolarından temizlenebilmesi bankalar için önem arz etmektedir. İşte tam da bu noktada varlık yönetim şirketleri (VYŞ) sorumluluk üstlenmekte, bankaların takibe girmiş sorunlu alacaklarını belli bir iskonto uygulayarak devir almakta ve söz konusu alacakların icra-iflas uygulamaları çerçevesinde kendi finansal, teknik ve hukuki alt yapılarını kullanarak takip ve tahsil edilebilmesi gibi meşakkatli bir süreci yürütmektedirler.
Varlık yönetim şirketleri sadece bankalar, TMSF, faktoring ve leasing şirketleri gibi finansal kuruluşların gecikmiş alacaklarını satın alabilmekte, bankacılık dışındaki sektörlerin (örneğin reel sektörün) tahsili gecikmiş alacaklarını ise satın alamamaktadırlar. 
Varlık yönetim şirketlerinin bahsi geçen hizmetleri vermeleri karşılığında üstlendikleri risk, devir alınan alacakların tahsil edilememe olasılığı iken söz konusu riske karşılık olarak elde etmeyi amaçladıkları kazanç ise ilgili kurumlardan daha düşük bedel ödeyerek devir aldıkları sorunlu alacaklara karşılık olarak bu kurumlara borcu olanlardan daha yüksek bir bedeli tahsil etmektir.
Bankalar Neden Varlık Yönetim Şirketleri İle Çalışırlar ?
Banka bilançolarının aktif bölümünde yer alan takipteki alacaklar (brüt) rakamı, bir bankanın aktif kalitesi ve ana faaliyet alanına ilişkin performans ölçümünde en önemli kriterler arasında yer almaktadır. Takipteki alacak (brüt) / toplam alacak rasyosu yüksek olan bankaların mevduat hariç diğer borçlanma faaliyetlerinde kaynak maliyetleri doğal olarak yüksek risk primi nedeni ile artacaktır.
 Bankacılık ve finans sektörü, ortalama olarak vermiş olduğu her 100 liralık kredinin 5 lirasında vade gününde tahsilat sorunu yaşamaktadır. Söz konusu 5 liranın 2 lirasını kısa vadede idari takip süreci içinde, 2 lirasını ise 2-3 yıla varan takip süreci içinde tahsil etmektedirler. Kalan 1 lirasını ise, varlık yönetim şirketlerine satmakta veya yasal takip sürecine devam etmektedirler.Sektörün bazen de, ekonomik fayda görmediği için alacaklarını takipsiz bıraktığı da görülmektedir.
 Varlık yönetim şirketleri başta bankalar olmak üzere finans sektörünün gecikmiş alacaklarını satın alarak kurumların hem bilançosunun temizlenmesine hizmet eder, hem de bu kurumları ciddi zaman ve insan kaynağı gerektiren operasyonel yükten kurtarırlar. Böylece bankalar kredi takip politikalarından taviz vermeden esas işleri olan kaliteli aktif üretmeye devam edebilirler.
 Bankalarca kullandırılan kredilerin ne kadarının takibe alındığı incelendiğinde, BDDK verilerine göre Eylül 2017 dönemi itibarıyla takipteki kredilerin (brüt) tutarının 63 milyar TL’ye ulaştığı ve bunun toplam kredi hacminin % 3,15’sine tekabül ettiği görülmektedir.
 Varlık Yönetim Şirketleri Derneği verilerine göre, bankaların 2017 yılında 9 milyar TL tutarında sorunlu alacak satışı gerçekleştirdiği, bunun 2016 yılındaki 6,4 milyar TL’lik tahsili gecikmiş alacak portföyü satışına göre % 30’un üzerinde bir artış manasına geldiği ve bunun şimdiye kadar gerçekleştirilmiş en yüksek tutar olduğu anlaşılmaktadır.

Tahsili Gecikmiş Alacak Satışının Gerçekleştiği Yıl
Ticari Anapara  (Milyon TL)
Bireysel Anapara (Milyon TL)
Toplam Anapara
(Milyon TL)


2008
1.156
612
1.768
2009
513
487
999
2010
1.626
1.343
2.968
2011
896
1.429
2.325
2012
1.635
1.608
3.242
2013
1.314
1.789
3.103
2014
2.516
3.595
6.111
2015
825
1.262
2.086
2016
3.068
3.450
6.518
2017
-
-
9.000
TOPLAM
38.121
















 Varlık Yönetim Şirketleri Mali Mevzuat Uyarınca Devir Aldıkları Alacaklara Karşılık Ayırabilirler Mi?
Vergi Usul Kanunu (VUK)’nun 288’inci maddesinde karşılıklar, “Hâsıl olan veya husulü beklenen fakat miktarı katiyetle kestirilemeyen ve teşebbüs için borç mahiyetini arz eden belli bazı zararları karşılamak maksadıyla hesaben ayrılan meblağlar” şeklinde tanımlanmış olup, VYŞ’lerin karşılık ayırabileceklerine dair bir düzenleme ise bulunmamaktadır.
Ancak, Türk Hukuk Sisteminde normlar hiyerarşisine uygun olacak şekilde VYŞ’lerin ayırmak zorunda oldukları karşılıklara ilişkin olarak Bankacılık Kanunu’nun 143’üncü maddesinde Kurumlar Vergisi Kanunu’na (KVK) atıf yapılmak suretiyle, söz konusu karşılıkların KVK’da gider olarak dikkate alınabileceği yönelik yapılan özel düzenleme çerçevesinde, VYŞ’ler tarafından ayrılacak karşılıkların da kurum kazancının tespitinde gider olarak dikkate alınması mümkündür.
Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :12.03.2018/Muhasebetr Web Sitesi



8 Mart 2018 Perşembe

Booking.Com ve Vergi



Booking.Com Türkiye’ de Vergilendirilebilir Mi?
Son zamanlarda görsel ve yazılı basında da gündem konusu olan, ülkemizde ve tüm Dünya’da konaklamaya yönelik rezervasyon oluşturma hizmeti veren bazı global web sitelerinin (örneğin booking.com) çalışma prensipleri ile verilen bu hizmetin Türkiye’de vergilendirilip vergilendirilmeme konusu epey tartışıldı.
Hatta Şubat ayı içerisinde Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Genel Sekreteri, "Eğer Booking.com Türkiye yasalarına uygun bir şirket kurup bizim üyelerimizle eşit koşullarda elde ettiği gelirin vergisini vermek suretiyle faaliyet gösterirse aksi rekabetten söz edemeyiz. Marka olarak da tabii ki güçlü olacaktır." dedi.
Son gelişmeler böyle iken, konuyu gerek ulusal vergi hukukumuz gerekse uluslararası vergi düzenlemeleri çerçevesinde değerlendirmenin, kafalarda oluşan soru işaretlerini gidermek adına faydası olabileceğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldık.
Ulusal ve Uluslararası Vergi Hukuku Bu Süreci Nasıl Ele Alıyor?
Kanuni ve yönetim merkezi sabit bir ülkede olmakla beraber teknoloji sayesinde Dünya üzerindeki bir çok ülkede yaşayanlara hizmet vermesi nedeniyle global bir kimliğe kavuşan elektronik ticaret sitelerinin, hangi ülke ya da ülkeler tarafından vergilendirileceği ve vergilendirme yöntemleri, uluslararası literatürde de tartışma konusu olmaktadır. Tartışmanın odağında ise “iş yeri” ve “daimi temsilci” kavramları yer almakta olup, sorunun çözümünün ise e-ticaret platformlarının bir “işyeri” statüsüne sahip olup olmadığının netleştirilmesine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Kurumlar Vergisi Kanunu’na (KVK) göre,  kurumlar vergisi mükellefleri yurt dışında elde ettikleri kazançların Türkiye’de vergilendirilip vergilendirilmeyeceği bakımından, tam ve dar mükellefler olarak iki gruba ayrılmaktadırlar.
Dar mükellefiyette kurum kazancını oluşturan unsurlardan birisi, Vergi Usul Kanunu hükümlerine uygun Türkiye’de iş yeri olan veya daimî temsilci bulunduran yabancı kurumlar tarafından bu yerlerde veya bu temsilciler vasıtasıyla yapılan işlerden elde edilen ticarî kazançlardır.
Dar mükellef kurumların Türkiye’de ticari kazanç elde etmiş sayılabilmeleri için, söz konusu kazançları Vergi Usul Kanunu hükümlerine uygun olarak oluşturulmuş Türkiye’deki işyerleri veya daim temsilcileri aracılığıyla elde etmiş olmaları gerekmektedir.
İş yerinin tanımı Vergi Usul Kanunu’nun 156’ıncı maddesinde yapılmış olup, söz konusu maddeye göre; ticari, sınai, zirai ve mesleki faaliyette iş yeri; mağaza, yazıhane, idarehane, muayenehane, imalathane şube, depo, otel, kahvehane, eğlence ve spor yerleri, tarla, bağ, bahçe, çiftlik, hayvancılık tesisleri, dalyan ve voli mahalleri, madenler, taş ocakları, inşaat şantiyeleri, vapur büfeleri gibi ticari, sınai, zirai veya mesleki bir faaliyetin icrasına tahsis edilen veya bu faaliyetlerde kullanılan yerdir.
Daimi temsilci ise, Gelir Vergisi Kanunu’nun 8’inci maddesine göre; bir hizmet veya vekalet akdi ile temsil edilene bağlı olup, onun nam ve hesabına muayyen veya gayrimuayyen bir müddetle veya müteaddit ticari muameleler ifasına yetkili bulunan kimsedir.
Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90’ıncı maddesine göre usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmalar kanun hükmündedir ve iç hukuktan önce uygulanır.
Türkiye’nin diğer ülkelerle imzaladığı Çifte Vergilemeyi Önleme Anlaşmalarının (ÇVÖA) temelinde OECD modeli baz alınarak kurgulanan standart bir sistematik olduğundan anlaşmaların ilgili bölümleri incelendiğinde özetle şu sonuçlara ulaşılmaktadır;
i) Bir iş yerinin oluşumunun sabit bir yere bağlandığı, bu sabit yerlerin fabrika, atölye, büro, şube, yönetim gibi yerler olduğu ve bunların arasında yurtdışı kaynaklı elektronik ticaret sitelerine yer verilmediği,
ii) Sabit bir yerin bilgi sağlama, bilgi toplama, hazırlayıcı veya yardımcı karakter niteliği taşıyan diğer herhangi bir işin yapılması amacıyla elde tutulması halinde de, söz konusu sabit yerin yurtdışında mukim kişi ya da kurum için Türkiye’de var olan bir “iş yeri” olamayacağı hükmü nedeniyle Türkiye'de sabit bir yer olsa dahi, bu tarz yerlerin yurt dışında yerleşik e-ticaret siteleri için iş yeri olamayacağı,
iii) Türkiye’de mevcut her hangi bir kişi ya da kurum, yurtdışında yerleşik herhangi bir kişi ya da kurum adına hareket etmeye, onları temsil etmeye veya faaliyet göstermeye veya veyahut onlar adına sözleşme imzalamaya, bağlayıcı işlemler gerçekleştirmeye yetkili kılınmadıkları takdirde yurtdışındaki bu kişiler adına Türkiye’ de işyeri oluşmuş sayılamayacağı,
iv)Yurtdışında yerleşik kişi ya da kurumun, Türkiye’deki işlerini, bir genel komisyon acentası veya bağımsız statüde diğer herhangi bir acenta niteliğini haiz gerçek veya tüzel kişiler vasıtasıyla yürütmesi durumunda dahi Türkiye’de bir işyerine sahip olmadığı kabul edilmektedir.

Sonuç
Yurtdışında yerleşik elektronik ticaret sitelerinin Türkiye’ de her hangi bir iş yerinin oluşmaması veya bunların acentası veya temsilciliğinin bulunmadığı hallerde söz konusu e-ticaret sitelerinin Türkiye’de elde etmiş olduğu bir ticari kazancın bulunmadığı ve bu elde etmiş oldukları kazançların vergilendirme yetkisinin gerek Türk Vergi Kanunları gerekse de imzalanan Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşmaları (ÇVÖA) uyarınca, e- ticaret sitelerinin mukim (yerleşik) oldukları devletlere ait olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Türkiye ile diğer ülkeler arasında imzalanan Çifte Vergilemeyi Önleme Anlaşmalarının hemen hemen tamamında, elektronik ticaret platformlarının bir “işyeri” oluşturduğuna dair bir hükmün de bulunmadığı gözlemlenmektedir.
Bu nedenlerle Türkiye’nin,  internet üzerinden yurtdışından verilen hizmetten yararlanan ülke olarak, söz konusu ekonomik aktivite sonucu elde edilen gelirden vergilendirme suretiyle pay almayı arzu etmesi halinde, gerek kendi iç mevzuatına gerekse imzalayacağı Çifte Vergilemeyi Önleme Anlaşmalarına, elektronik ticaret platformlarının da kendisi açısından bir “işyeri” oluşturacağına dair düzenlemeleri adapte etmesi gerekmektedir.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :08.03.2018/Muhasebetr Web Sitesi






2 Mart 2018 Cuma

Dahilde İşleme Rejimi ve Montaj



Dahilde İşleme Rejimi İle Türk Sanayisi Montajcıya Mı Dönüşüyor?
Dünya’da hiç bir ülkenin gerek mutlak gerekse mukayeseli olarak ekonomik bakımdan tüm alanlarda diğer ülkelerden üstün olamayacağı ve kendi kendisine yetemeyeceği artık bilinen bir gerçektir. Kaldı ki, günümüzde de hiçbir ülke tam anlamıyla dışa kapalı ve korumacı bir ekonomik sisteme sahip değildir. Çünkü dış ticaret sıfır toplamlı bir oyun değildir.
Bu çerçevede Türkiye de var olan ekonomik yapının değiştiğini ve bu değişime direnmenin mümkün olmadığını fark etmiş ve 1980’li yıllara kadar uyguladığı ithal ikameci dış ticaret politikası terk etmiş, ihracata ve sanayileşmeye dayalı bir dış ticaret politikasını uygulamaya koymuştur. Söz konusu politikanın benimsenmesiyle dış ticaret rejimlerinden biri olan Dahilde İşleme Rejimi (DİR) uygulamaları da Türkiye’nin gündemine alınmıştır.
Dahilde İşleme Rejimi, serbest dolaşımda olmayan eşyanın, Türkiye gümrük bölgesi içerisinde işleme faaliyetine tabi tutulmak üzere geçici olarak ithal edilmesi ve işleme faaliyeti sonrasında elde edilen işlem görmüş ürünün yeniden ihraç edilmesi mantığına dayanan ekonomik etkili bir gümrük rejimidir.
Dahilde İşleme Rejimi, ihracatçılara dünya piyasa fiyatlarından hammadde ve ara mamül temin etmek suretiyle ihracatı artırmak, ihraç ürünlerine uluslararası piyasalarda rekabet gücü kazandırmak, ihraç pazarlarını geliştirmek ve ihraç ürünlerini çeşitlendirmek amacıyla uygulamaya konulmuştur.
Bu süreçte DİR’in ihracatçılara sağladığı avantajlar ise kısaca; ithalatta Gümrük Vergisi, KKDF, KDV, ÖTV ile diğer vergi ve fonlardan istisna tutulmak, bu vergilerin tahsil edilmemesi nedeniyle talep edilen teminatları indirimli oranlarda verebilme imkanı ve ticaret politikası önlemlerine tabi olmamak olarak sıralanabilir.
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2010-2015 yılları arasında DİR kapsamında gerçekleştirilen ithalat Türkiye’nin toplam ithalatının %13’üne tekabül etmektedir.
İhracat tarafına bakıldığında, 2010-2015 yılları arasında DİR kapsamında gerçekleştirilen ihracat ise Türkiye’nin toplam ihracatının % 43’ünü oluşturmaktadır.
Başta otomotiv, demir-çelik, deri ve deri mamulleri, çimento, cam, gıda, toprak ve seramik ürünleri, orman ürünleri, tekstil gibi birçok sektör ihracatını bu sistem üzerine kurgulamaktadır.
Avrupa Birliği ülkelerinde üreticilerin DİR kullanımı % 5 civarında iken, Türkiye de bu oran % 70 seviyesindedir!
Mevcut Sanayi Politikası Sürdürülebilir Mi ?
İhracatı teşvik etmek adına üreticiye ucuza girdi temin etmek önemli olmakla birlikte, Dahilde İşleme Rejiminin yaygınlaşmasıyla ülkemizde önem arz eden bütün sanayi kolları neredeyse ithalat yapmadan ihracat yapamaz hale gelmiş, kendi teknolojisini geliştiremeyen ve yüksek oranda katma değer yaratamayan, tabiri caiz ise kendilerine montajcılık rolünü üstlenmeyi kabullenmiş bir yapıya dönüşmüştür.
Nitekim, Türkiye ihracat kompozisyonunun % 80’i sanayi ürünlerinden oluşmakta buna mukabil Türkiye’nin her 100 Dolarlık ihracatının 65 Dolarlık kısmı ise ithal girdiye dayanmaktadır.
Dahilde İşleme Rejimine olan bağımlılık yerli üreticileri de çeşitli yönlerden darboğaza sürükleyebilmektedir. Ülke içerisinde üretimi mümkün ve uluslararası standartlarda kaliteye sahip olan hammaddenin veya ara malının yerli üreticilerden temin edilmek yerine ithal edilmesi, yerli üreticilerin kapasite kullanım oranlarını düşürerek atıl kapasitelerin ortaya çıkmasına, üretim maliyetlerinin daha da yükselmesine ve istihdam edilen kişi sayısının azalmasına yol açabilmektedir.
Dünya’da korumacılığın giderek arttığı, ticaret ve kur savaşlarının gündemde olduğu bir dönemde, ithalatın bir türevi olan Dahilde İşleme Rejimine dayanan ve montajcılık felsefesi üzerine kurgulanan bir sanayi ve ihracat politikası sürdürülebilir olmadığı gibi, mevcut olan yerli sanayinin de giderek azalmasına neden olacaktır.
Çözüm tabi ki ithal ikameci ekonomi modeline dönmek veya ihracattan vazgeçmek değil, teknoloji geliştiren, katma değeri yüksek ürün üretebilen, değer zinciri oluşturabilen bir sanayi ve dış ticaret politikası tasarlamaktır.
Türkiye olarak 3. Sanayi Devrimini kaçırdık, bari “Endüstri 4.0” olarak isimlendirilen 4.Sanayi Devrimini kaçırmayalım.

Yayınlanma Tarihi  ve Yeri :  02.03.2018/Muhasebetr Web Sitesi